Kısa filmleriyle
tanınan Can Evrenol’un ilk uzun metrajı Baskın: Karabasan’la ilgili kurulan
cümleler genellikle “diğer yerli korku filmlerine benzemediği” fikri üzerine
kuruluyor. Toronto’daki gösterimi ve sonrasında çıkan yazılar ve başarılı(!) pr
çalışması ile beklenti yarattığı da aşikar. Peki, bir filmin “farklı” olması o
filmi iyi veya önemli yapmaya yetiyor mu? Ve dahası Baskın gerçekten “farklı”
bir film olmayı başarabiliyor mu?
Bir polis
ekibinin gece devriyesinde gelen bir yardım çağrısı üzerine gittikleri terk
edilmiş, harabe bir Osmanlı karakolunda başına gelenleri anlatan filmin ilk
yarım saatinde durgun geçmesine rağmen tekinsiz bir atmosfer yaratılıyor.
Buradaki tekinsizliği polisler arasındaki muhabbetin tonu üzerinden güçlendirmeye
çalışıyor yönetmen. Gündelik dili yakalamaya çalışan bu erkek erkeğe sofra başı
muhabbeti gerçeğe yakın olsa da iyi yazılamadığından yakalamaya çalıştığı
doğallığın uzağına düşüyor. Sonrasında polislerden birinin rahatsızlanması ve
çıkan gerginlik ile yavaş yavaş gerilimi tırmandıracak öğeler ortaya çıkıyor ve
ekibin yola çıkmasıyla tekinsiz yolculuk da başlamış oluyor.
Hikayenin çıkış
fikrine ve yapısal olarak kurulumuna baktığımızda Baskın’ın kağıt üzerinde ilgi
çekici olduğunu söyleyebiliriz. Gücü temsil eden bir grubun kurban konumuna
düştüğü bir korku filmi merak uyandırıyor. “Sıradan bir akşam gibi başlayıp
dehşetle sona eren” korku film klişesini, anonsla yolunu değiştirip bilinmeyen
bir belanın içine düşen Türk polisi fikri ile ilgi çekici kılıyor çünkü. Ancak,
bu fikri ileriye taşıyabilecek yaratıcılıktan
yoksun bir film Baskın.
Ekip yoldayken karşılarına çıkan, tekinsizliği,
gerilimi sağlayacak unsurlar olarak hikayeye dahil edilen karakterler ve
detaylar işlevsel olmayı beceremediği gibi klişe olmanın ötesine de geçemiyor. Evrenol,
bu klişeleri hikayenin parçası yapamadığı için türün olmazsa olmazı unsurları “yerleştirme”
yahut “süs” gibi duruyor. Dahası Baskın’ın bir kimya sorunu var ve bu sorun
filmin ortalarından itibaren belirgin şekilde hissediliyor. Evrenol’un yapmaya
çalıştığı sinema ile yerel motiflerle doldurduğu dünya arasında büyük bir ton
farkı ortaya çıkıyor. Bu ton farkını kapatacak bir senaryo ve yönetmenlik becerisi
olmadığı için Stephen King, Clive Barker, John Carpenter vb. gibi yaratıcıların
dünyasından sıçramış korku öğeleri Baskın’da maalesef sırıtıyor.
Filmin en büyük
sorunu ise ikinci bölümde ortaya çıkıyor. Polislerin harabe mekana geldikleri
anda (Bu bölümde bir umut 2005 yapımı Cehenneme Bir Adım’da (The Descent) izlediğimiz
türden bir şeyle karşılaşırız, hikaye polislerin kaçtığı ve teker teker
öldürüldüğü bir korku-maceraya dönüşür diye bekliyoruz ancak başka bir şeyle
karşılaşıyoruz) filmin dili, tonu, atmosferi tamamen değişiyor. Can Evrenol’un
hesaplaşma olarak tasarladığı ve “Gore” yapmak istediği bu bölüm son derece
kötü yazılmış diyaloglarla sarkıyor, ritmini kaybediyor ve izlemesi tatsız bir
şeye dönüşüyor. Polislerin, erkekliğin, polislerin temsil ettiği dünyanın
metinsel olarak filmdeki karşılığı da beklediğimizin uzağına düşüyor. Açılışta
iktidarını ‘güçsüz’ olan üzerinde göstermeye çalışan polislerin finalde karşılaştığı
bela hamasetle dolu bir piyese dönüşüyor. Başkarakter genç polis Arda’nın
geçmişi, aile vurgusu, ülkenin güncel durumu üzerinden kurulan bağlantılar
hepsi bu piyesteki kötü diyaloglarla birlikte göze batan detaylar olarak
kalıyor.
Bir döngü olarak
tasarlanmış hikayesi, yerleştirilen korku motifleri, tür üzerine kafa yoran fikirleriyle
ilgi çekmeyi başarsa da senaryosu ve yönetmenlik tercihleriyle oldukça sorunlu
bir ilk film olmaktan kurtulamıyor. Baskın’a “farklı” diyebilmemiz için gerekli
verilerin hepsi kağıt üzerinde kalıyor. Afişe “sonuna kadar izlemek cesaret gerektirir”
ibaresi koymakla da olmuyor. Ve Türkiye’de benzerinin olmaması o filmi iyi
yapmaya yetmiyor maalesef. Özellikle türün meraklıları bunu daha iyi
anlayacaktır!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder