‘’İşsiz bırakılan gazeteciler belgeseli’’ olarak tanıtılan ve AKP döneminde
medyanın geldiği hali özetlemeye çalışan Persona Non Grata’yı izlediğinizde
şunu çok rahat görebiliyorsunuz: Bu ülkede gazeteciliğin önündeki en büyük
engel gazetecilik yapan/yaptığını zanneden kişilerin ta kendisi.
Öncelikle, röportajlar üzerine kurulu olmasına rağmen soru soramayan bir
belgesel karşımızdaki. Aydın Doğan gibi bütün iktidarlara karşı çıkarlarına göre
tavır almış bir medya tekeline, Fatih Altaylı gibi ses kayıtları ortaya çıkmış,
patronun çıkarlarını koruyan bir köşe yazarına ve Derya Sazak gibi bulunduğu
koltuğu korumak için mesleğini ayaklar altına alıp onlarca kişiyi işsiz bırakan
bir genel yayın yönetmenine soru soramıyor belgeseli hazırlayan Tuluhan Tekelioğlu.
Bu isimleri ikna ederken böyle bir söz verdiği için mi, yoksa gerçekten merak
ettikleri bizim izlediklerimizle mi sınırlı, bilmiyoruz. Ancak, her iki olası
durumun da aynı derecede korkunç olduğunu söylemeliyiz. Gazeteciliği öldüren bu
‘kirli’ adamlara soru sormayarak onları Aydın Doğan’ın işten attığı Ahmet Şık,
Fatih Yağmur ya da Derya Sazak’ın kovduğu
isimlerle aynı yere koymuş oluyor.(1)
Sansürü ve medyaya yapılan baskıyı sadece AKP üzerinden anlatmaya
çalışması Persona Non Grata’nın bir diğer önemli sorunu. AKP dönemi üzerinden
pekala böyle bir mevzu anlatılabilir ama o işin çerçevesi, bakışı, araştırması
farklı olurdu doğal olarak. Kaldı ki böyle bir derdi yok belgeseli
hazırlayanların. İşin geçmişini yok sayarak, bunca yıl onlarca gazetecinin
yaşadığı baskıları yaşanmamış kabul ederek, birçok gerçeği görmezden gelerek
yahut dışarıda bırakarak, meseleyi AKP iktidarından başlatarak ne kadar dar ve
eksik bir bakış açısına sahip olduğunu göstermiş oluyor Tekelioğlu ve P24 ekibi.
Aslında bu bakış Türk medyasının yüz küsur yıllık tarihinin özeti zaten. Bu
ülkede ana akım medya neydi ki, neye dönüştü? AKP döneminin korkunçluğu bir
yana elbette ama bağımsız, özgür, gazeteciliğin evrensel ilkelerini yerine
getiren bir medyamız mı vardı daha önce? 90’larda olağanüstü zamanlarda haber
yapmaya çalışan ama hayatları yok edilen, öldürülen Kürt gazetecileri görmezden
gelen ana akım medyanın değişmediği aşikar. Roboski katliamının sansürlenmesini
hatta bu sansürün ülkede medyayı tartışmaya açmaya yetmemesini bile hazmetmiş
bir toplumuz. Ama Gezi’den sonra sokaktaki insan bile ‘‘Yıllarca görmemişiz,
Kürtlere yapılanları yeni anladık’’ diye başlayan – samimiyeti tartışılır –
cümleler kuruyorken medyadaki baskıyı anlatan böyle bir belgeselin bugün hala
hapislerle, davalarla, tehditlerle uğraşan, hala sokak ortasında öldürülen Kürt
gazetecileri görmemesi (2) zihniyet olarak hiçbir
şeyin değişmediğini, kendini hikayenin kahramanı olarak lanse eden bir kısım
ünlü ismin kendi kendini eylediğini gösteriyor.
Diğer yandan bazı isimler tarafından sarf edilen isabetli cümlelerin
peşinden bile gitmiyor ya da gidemiyor Tekelioğlu. Örneğin Ahmet Şık ve Ayşenur
Arslan’ın son bölümde ‘‘gazetecilerin egosu’’ ilgili söylediklerini belgesel
boyunca yaptığı tercihlerle havada bırakıyor. Belgeselin söyleyecek bir sözü,
döneme dair çizdiği genel bir bakışı ve kurgusal anlamda bir tutarlılığı
olmadığı için Ahmet Şık’ın ‘‘Kartvizitlerinde gazeteci yazması çok önemli.
Egoları tatmin oluyor. Ama bunları mesleğin ciddi bir hastalığı olarak
görüyorum’’ sözleri belgeselin tam aksi yönüne düşüyor. Popüler isimleri basın
kahramanı gibi sunan Persona Non Grata, sistem hakkında hiçbir şey
söyleyemediği için kendilerinin başrolde olmadığı dünyayı göremeyen köşe yazarı
ve gazetecilerin egolarını tatmin etmekten uzağa gidemiyor.
‘’Basının sözünü hiçbir diktatör kesemez’’ cümlesiyle bitiyor belgesel.
P24’ün Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yapan, AKP’yi ilk dönemlerinde destekleyen,
desteklediği dönemde onca basın özgürlüğü ihlali olmasına, birçok gazeteci
sadece görüşleri nedeniyle işsiz bırakılmasına rağmen sesini çıkarmayan Hasan
Cemal’in sözüyle. İktidarın kendi istediği yola sapmadığını fark ettiğinde
muhalif davranmaya başlayan, kendisi işten atıldıktan sonra mağdur konumuna
kendisini atayan ‘‘usta gazeteci’’ Cemal’in sözlerinin içi hiçbir şekilde
dolmuyor elbette. Belgeselin kendisi gibi toplumun hafızasının zayıflığını kullanan
ahlaksız bir durum var ortada. Çünkü, birkaçını dışarıda bırakırsak bu
belgeselde konuşan isimlerle ağızlarından çıkan cümleler birbirini tutmuyor. Öldürülen,
sürgüne gönderilen, işinden, hayatından olan, açlıktan başka işlerle geçinmek
zorunda kalan gazetecilerin mağdur olamadığı bu dünyada mesleği yerin altına
gömen pop star köşe yazarları ise mağdur ve basın kahramanı olarak sunuluyor.
O zaman, Bağımsız Gazetecilik Platformu olduğunu iddia eden P24’ün
hazırladığı belgeseli ne kadar ciddiye alabiliriz? Can Dündar’ın kahvaltı
masasında başlayıp, Hasan Cemal’in kahramanvari cümlesiyle biten belgeselin
hassasiyetlerini nereye koyabiliriz? Ülkedeki en önemli sorunlardan birini masaya
yatırırken ülke gerçeklerini bu kadar es geçebilme cüretini nasıl açıklayabiliriz?
Aydın Doğan’ın gülerek ‘‘beni daha fazla sıkıştırma’’ dediği bölümle
açıklayabiliriz mesela. 40 dakikadan
geriye Aydın Doğan’ın gülücükleri kalıyor çünkü. Öyle ki, belgeseli neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Ne Tuluhan
Tekelioğlu’nun yaptığı işe gazetecilik, ne de izlediğimize belgesel demek
imkansız hale geliyor.
1. Bu konuyu ilk olarak belgeselde yer alan Ahmet Şık ve
Tuğçe Tatari dile getirmişti. http://www.diken.com.tr/gazeteci-ahmet-siktan-gazeteciler-belgeseline-itiraz-hayir-esit-degiliz/
(Evrensel)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder