2001 yılında gösterime girdiğinde övgüler
alan ve önemli ödüller kazanan Jean-Pierre Jeunet imzalı Amelie, ‘‘Paris’in
tatlı tarafını gösterip, masalsı bir dünya anlatırken gerçekleri -Paris
gerçeğini; şehrin yoksul kısımlarını, gettolarını, eşitlik ve adaletten uzak
çirkin yüzünü ve buna seyirci kalındığını- göstermediği’’ gibi gerekçelerle
sert bir şekilde eleştirilmişti. Amelie’nin bu mesele üzerinden tartışılmasını ne
kadar doğru olduğu ayrı bir tartışma konusu, zaten şehrin belirli kesimlerini
görmezden gelme konusunda sorunlu olan tek film de Amelie değil elbette.
‘Medeniyetin
merkezi’ Avrupa şehirlerinin ‘tatlı’ ve turistik yönünü gösteren filmlerin ağırlıkta
olduğunu söylemeye gerek yok. Oysa 2000’lerde dünyanın birçok yeri isyan ve
ayaklanmalarla yangın yerine dönmüşken Avrupa da bu sorunun merkezinde yer aldı.
Meselenin hasır altı edilmeye çalışılması ve göçmenleri dışlayan ve yok sayan –
ve yasalarla desteklenen - bakış açısı İngiltere, Fransa, Almanya gibi şehirler
başta olmak üzere Avrupa’nın genelinde sorunu gün geçtikçe büyüttü ve birçok şehirde
ayaklanmalar ve çatışmalar ortaya çıktı, hala da çıkmakta. (27 Ekim 2005
yılında polisten kaçarken elektriğe çarpılarak hayatını kaybeden Kuzey Afrikalı
Zyed Benna ve Traore Bauna’nın ölümü sonrası ortaya çıkan ayaklanmalar başta
olmak üzere isyanın fitilini ateşleyen olaylar katlanarak büyümekte ve
simgeleşmekte.) Ve, aralıklarla soğuyup dinse de her an patlamaya hazır bir halde
‘gelişmiş ülkeler’in önündeki en büyük engellerden biri olarak durmaya devam
ediyor göçmen sorunu.
Bu ‘sıkıcı’ girizgahın nedeni ise, ‘’daha iyi bir hayat
için’’ geldiği Fransa’da başı belaya giren ve kaçak bir hayat yaşamak zorunda
kalan Samba’yla tanışmış olmamız.
Yönetmenler Eric Toledano ve Olivier Nakache,
Hayatımın Şansı’ndan önce çektikleri Can Dostum’ta (Intouchables) yine göçmen
bir karakterin dahil olduğu bir hikaye ile karşımıza çıkmışlardı. Boyundan
aşağısı felçli aristokrat ve zengin Philippe ile onun bakıcılığını üstlenen
Driss’in ilişkisini anlatan Can Dostum, sosyal, kültürel, ekonomik açıdan iki
uçta yer alan karakterlerin çatışmasını işlemekte ve iyimser bir dostluk
hikayesi anlatmakta başarılı olsa da sınıfsal farkları sadece mikro düzeyde ele
alıp yüzeysel diyaloglarla geçiştirerek sorunun kendisini önemsemeyen bir ‘kendini
iyi hisset’ filmi olmaktan öteye gidememişti. Hayatımın Şansı’nda ise filme
adını veren Senegalli Samba, 10 yıldır Fransa’da yaşamasına rağmen
belgelerindeki eksikler nedeniyle sınır dışı ediliyor ve yolu bir şirkette yöneticiyken geçirdiği bunalım
sonucunda psikolojik tedavisinin bir parçası olarak göçmenlik bürosunda
görevlendirilen Alice ile kesişiyor. Can Dostum’da olduğu gibi yine farklı toplumsal
sınıflara ait iki karakteri hayatlarının zor zamanında bir araya getiren
Toledano ve Nakache, burada da aynı senaryo matematiğini işletmeye
çalışıyorlar. Can Dostum’un Driss’i ile Samba’yı ayıran pek çok özellik olsa da
– iki karakteri de Omer Sy’ın canlandırmasının da etkisiyle - aynı kişi
olduğunu da savunmak mümkün. Tıpkı Driss gibi hayat gailesi içinde debelenen,
ekonomik açıdan zor durumda, köşeye sıkışmış, çaresiz, tüm olumsuzluklara
rağmen neşeli, hayatla dalgasını geçen bir karakter Samba. Can Dostum’daki aristokrat
François Cluzet’nin karşılığı ise psikolojik olarak dağılmış, geceleri
uyuyamayan, depresyondan çıkamayan, yalnız ve mutsuz Alice.
Filmi uyarladıkları Delphine Coulin imzalı kitap
da bu açıdan yönetmenlerin istediği şablonda hikaye anlatmaya son derece uygun.
Yan karakterlerin biraz daha belirgin ve hikayede etkin olduğu Hayatımın Şansı’nda
bir önceki filmden farklı olarak hikayenin çatısı duygusal ilişki ve cinsel
gerilim üzerinden kuruluyor. İlk karşılaştıkları andan itibaren Samba ve Alice
arasındaki gerilim ve mizah iyi işliyor ve bu çatışma hikayenin hafif bir
şekilde akmasını sağladığı ve filmi izlenilir kıldığı gibi zaten derinlemesine
işlenmeyen göçmenlik mevzusunu da ‘keyifli bir seyirlik’ içine yedirmiş oluyor.
Film, Samba ve arkadaşı Walid’in karşılaştığı sorunlar üzerinden göçmenlik mevzuundan
kopmasa da anlatımdaki tercihler aksini düşünmemizi sağlıyor.
Televizyon
estetiğinde mizah
Göçmenlik bürosundaki iletişimin kurulamadığı sahneler dahil olmak üzere hikayenin tamamı mizahi bir dille işleniyor ve bu tercihin rahatsız edici yanı mizahın televizyon estetiğiyle ucuz bir şekilde ve sadece komik olmak için yazılmaktan öteye gitmeyen diyaloglarla yapılmış olması. (Özellikle göçmenlerin dil nedeniyle dertlerini anlatamamalarından yaratılmaya çalışılan komiklik oldukça bayat duruyor.) Göçmenleri özne olmaktan çıkaran ve en ufak bir zeka kırıntısı barındırmayan bu mizahın sempatik bir tarafının olup olmadığı da tartışılır! Samba ile Alice’in ya da Alice’in büro arkadaşı Manu ile Walid’in ilişkisi ve bu ilişkiler kurulurken yaratılan basamaklar ise herhangi bir romantik komedi filminde gördüğümüzden farklı olmadığı gibi filmin süresini uzatmaktan başka bir şeye yaramayan dramatik detaylarla dolup taşıyor. (Samba’nın amcasıyla olan ilişkisi, ülkesinde bıraktığı ve para göndermek zorunda olduğu ailesi, Alice’in geçmişi gibi.) Karakterlerin mutluluk gibi temel bir motivasyona sahip olmaları ve sonunda seyirciyi de mutlu edecek bir sona ulaşmaları için akla ilk gelen hamleleri yapan Toledano ve Nakache, kendilerini ve seyirciyi hiç zorlamadan finale varmak istiyor.
Göçmenlik bürosundaki iletişimin kurulamadığı sahneler dahil olmak üzere hikayenin tamamı mizahi bir dille işleniyor ve bu tercihin rahatsız edici yanı mizahın televizyon estetiğiyle ucuz bir şekilde ve sadece komik olmak için yazılmaktan öteye gitmeyen diyaloglarla yapılmış olması. (Özellikle göçmenlerin dil nedeniyle dertlerini anlatamamalarından yaratılmaya çalışılan komiklik oldukça bayat duruyor.) Göçmenleri özne olmaktan çıkaran ve en ufak bir zeka kırıntısı barındırmayan bu mizahın sempatik bir tarafının olup olmadığı da tartışılır! Samba ile Alice’in ya da Alice’in büro arkadaşı Manu ile Walid’in ilişkisi ve bu ilişkiler kurulurken yaratılan basamaklar ise herhangi bir romantik komedi filminde gördüğümüzden farklı olmadığı gibi filmin süresini uzatmaktan başka bir şeye yaramayan dramatik detaylarla dolup taşıyor. (Samba’nın amcasıyla olan ilişkisi, ülkesinde bıraktığı ve para göndermek zorunda olduğu ailesi, Alice’in geçmişi gibi.) Karakterlerin mutluluk gibi temel bir motivasyona sahip olmaları ve sonunda seyirciyi de mutlu edecek bir sona ulaşmaları için akla ilk gelen hamleleri yapan Toledano ve Nakache, kendilerini ve seyirciyi hiç zorlamadan finale varmak istiyor.
Tüm bunların ötesinde filmin temel sorunu,
başkarakteri göçmen olan bir hikayede meseleye dokunuyormuş gibi yapıp aslında
hiçbir şey söyleyememesi. Hayatımın Şansı, sınıfsal farkları hiçe sayan, karakterlerini
bulundukları konumdan/sınıftan soyutlamaya çalışan bir hikaye anlatıyor ve son
kertede tüm iyimserliğiyle meselenin içini boşaltmış oluyor. Öyküye hizmet
etsin diye sadece kötü karakterler ve durumlar yaratan ama bu durumları tespit edip
derine inmekten kaçınan, kapitalizmin çıkmazlarına eleştiri getiremeyen, bürokratik
çıkmazlara değinirken devleti merkezine alamayan ve ‘’her zaman umut vardır’’
derken aslında ayağı yere basmayan bir film Hayatımın Şansı. Elbette,
göçmen sorununun sinemada her defasında Protesto (La Haine) sertliğinde ya da
Ken Loach, Costa Gavras gibi yönetmenlerin bakış açılarıyla tezahür etmesini
beklemiyoruz. (Bunu yapmaya çalışırken politik doğruculuklarıyla meseleyi
sıkıcı ve iki yüzlü bir şeye dönüştürenlerden zaten bıktık) Fakat, komiklik, şakalar yapan bu tarz filmlere ‘’meseleyi
sıcak ve mizahi bir dille ele alıyor’’ deyip geçmeyi de bırakalım. Zira, ortada
sıcaklık ve mizahtan başka bir şey kalmamış durumda.
(Altyazı - Ocak)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder